top of page

Kanaviçedeki Leke

Esra Zeynep ÖZMEN



Zorlama beni, bak nasıl da unutturdun, sulamam gereken orkidelerim vardı. Mor saksısında beyaz yapraklarıyla çok yakışıyorlar. Geniş yapraklar…Yeşil koltuğun köşesine bir sehpa mesafede olan orkideler. Dirseğini sehpaya dayayıp da sevmeye yeltendiğin o geniş beyaz yapraklar. Baş parmağının ucu kadar kahve bulaşmış yapraklara. Geceden kalma kahvelerinin sehpaya dökülen damlalarından olsa gerek, hafif soğumuş ve acı… Sahi ne diye o kadar acı içerdin? Ya ağzına götürmeden dudaklarını aşağı doğru büzüp üflemene ne demeli, içmek istediğin kısmın ağzını yakmamasını isterken kalanının sıcaklığını korumasını istiyor gibi.

Mor renkli çiçek işlemeleri perdenin kanaviçelerinde ne de hoş duruyor. Yanındaki kırmızı deseni unutacak kadar uykulu muyum yoksa leke olduğunu anlayamayacak kadar sarhoş mu? Sanırım aldığım çilekleri dolaba koymayı ihmal edecek kadar unutkanım. Mor işlemelerin yanına kırmızı lekeyi yakıştırıyor olmalıyım ki sağ yanağım hafifçe yukarı kalkıyor. İnce hoş bir tebessüm etmem de bundan ya da çileğin izlerini leke olarak algılamayacak kadar sevmemden. Hani şu üstündeki akenleri gamzeye benzettiğin çilekler. Kırmızılığının üstüne serpilmiş onca tebessüm gibi, kırmızı, gamzeli ve utangaç gülümsemeler… Güneşin batmasına da üç saat var oysaki, leke için erken bir vakit. Eline alıp dışarıyı izlemeye erken koyulmuş olmalısın. Bu kez perdeleri makineye atmayı unutmuşum ki kalmış, kuruyan ve burnunu kanaviçelere yaklaştırınca kokusunu aldığım o çilek lekeleri.. Sen de haklısın ki güzel vakitler, güneş toparlanıyor gün kendini gözden geçiriyor, ve gökyüzünü gece devralıyor. O perdeler bu vakit kirlenir çilek lekeleriyle. Sürekli unutsan da kitaplığa peçete bırakmıştım. Çileklerin kanaviçelerime uymayan bir kırmızısı olduğundan elini sil diye.

Rüzgar hafifçe esiyor ve perdeler yeşil koltuğun uç kısımlarına dokunarak dans ediyorlar. Sol kolumu koltuğa dayamış gözlerimi hafifçe kapayıp kendimi perdeler gibi rüzgara karşı serbest bıraktım. Sağa doğru attığım saçları rüzgar arkaya vuruyor. Sehpada yarım yanan abajurun verdiği ışıkla oluşan kuşun kanatlanması gibi savrulan saçların oluşturduğu gölgeler… Durup saatlerce izlediğin, içini serinleten o en sevdiğinden. Başını yaslamış olmalısın ki dizime tenimden gelen vanilya kokusunu alasın. Yüzündeki ufak tebessümü hissediyor gibiyim. Gözlerin kısık, yanakların yine sağa doğru yukarı.. Kararsız fakat kendinden bir o kadar emin bir gülümseme bu, anı sonsuz kılma çabası içinde olurken onu kaybetme telaşını da içinde barındıran… Sol dizimi yukarı doğru kaldırıyorum. Hissediyorum ki kalkmak istemiyorsun. Kollarını yukarı kaldırıp ellerinle boşluğu avuçluyorsun. Anı yakalar gibi. Rüzgar daha sert esiyor. Gösterinin sonuna yaklaşır gibi perdeler daha da hızlanıyor. Danslarında daha sert adımlar atıyorlar. Avuçladığın o anı senden, bizden almak istiyorlarmış gibi. Sen ise elini daha da sıkıyorsun. Kollarını indiriyorum yavaşça. Yaşadıklarımızı duvardaki gölgenin karanlığına saklıyorum. Perdedeki kanaviçelerde oluşan o kırmızılıklara… Çilek lekelerindeki kokulara hapsediyorum. Bencillik yüklüyorum kendime. Gülüşlerini anlamam gerekiyor. Düşüncelerine ise izinsiz girmem… Tanrını anlamaya çalışıyorum. Tanrının yanlışlarını tanrımın doğrularıyla götürüyor, inancına bencilce dahil oluyorum. Yoksa izin verir mi tanrılarımız o dünyaları birleştirmemize?

101 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page