Esra Zeynep ÖZMEN*
“Ne hukuk devleti ne insan hakları ne de hukukun üstünlüğü evrensel kalıplardan kopartılabilir. Adaletin insani özün ve onurun , özgürlüğün ve hukuk devletinin coğrafyası ve dili yoktur.”
İnsanlar, doğuştan bazı yetilere sahip olmanın yanında kendisine hukuk düzeni tarafından tanınmış ve yaşadığı ülkelerin mevzuatında güvence altına alınmış birtakım haklara sahiptir. İnsanın sırf insan olması hasebiyle kendisine tanınan ve sahip olduğu hakları belirten “insan hakları” tüm insanların sahip olduğu temel hak ve özgürlüklere denir. İnsan hakları, ırk, ulus, etnik köken, din, dil ve cinsiyet ayrımı gözetmeksizin tüm insanların yararlanabileceği haklardır. [1] Hak ve saygınlık açısından her insanın eşit olarak doğduğunu ve bu doğrultuda herkesin haklarını kullanmada eşit haklara sahip olup üstünlüğün olmadığını belirtir.
Disiplinlerarası bir kavram olup dini, ahlaki, hukuki ve siyasi boyutları olan bu kavram tarihsel açıdan incelendiğinde zaman içinde gelişerek günümüze kadar ulaştığı gözlemlenir. Kabul edilen varsayımlara göre bireylerin haklarını konu eden ilk belgelerin adil yargılanma ve mülkiyete vurgu yapan Hammurabi Kanunları olarak kabul edildiği görülür. Fakat bazı uzmanlarca İran imparatorluğu döneminde yaşayan Büyük Kiros’un düzenlemelerini içerdiği ve “Kiros Silindiri” olarak adlandırılan bildirisini insan hakları alanında düzenlemeler içeren ilk belge olarak kabul etmiştir. İçerik olarak serbest ve özgür olması gerektiği savunulan Babilli kölelerin haklarını düzenlediği için bu iki belge ilk olma açısından tartışmaya sebebiyet vermiştir. İlerleyen dönemlerde değişen ve farklı şekillerde karşımıza çıkan bu kavramın İslam Dünyasında da ele alınıp geliştirildiğini görmekteyiz. Bazı uzmanlara göre ilk anayasa örneği olarak adlandırılan 622 tarihli “Medine Sözleşmesi” bölgede yaşayan Yahudi, Müslüman ve Putperest toplumların haklarını güvence altına alması bakımından ve yine İslam Dünyasında 632 tarihli Veda Hutbesinin, kadın hakları ve insanların eşitliğini vurgulaması yönüyle insan haklarının gelişimine katkı sağladığı ileri sürülür. [2]
Şüphesiz İnsan Hakları tarihinin en önemli olaylarından biri 1789 Fransız Devrimi'dir. Burjuva; köylü, işçi ya da soylu sınıfına dâhil olmayıp, sosyal statüsünü ve gücünü, eğitiminden, işveren konumundan ve zenginliğinden alan kentli kişi olarak tanımlanır [3] ve dünya tarihinde gerçekleşen birçok önemli olayın arkasında olduğu savunulan bu kavramın en önemli temel ilkelerini ortaya koyan Fransız Bildirisi tüm dünyada etkilerini kuvvetli ölçüde göstermiş ve İngiliz, Amerikan Bildirilerinin aksine evrensel nitelik taşıyarak tüm insanlığı kapsayan ve insana insan olduğu için değer veren tüm insanların eşitliğini evrensel ölçüde tanıyan bir belge olarak insan hakları bağlamında önemli bir yer edinmiştir. [4]
İnsanın özgür olmasının yeterli olmayacağını savunan ve bu noktada pratikte de bu durumun yansımasını görmek isteyen ve 19. yüzyılın ikinci yarısında sosyalist akımların etkisiyle gelişen bu anlayış, 20. yüzyılda insan haklarının anayasal belgelerle güvence altına alınmasına zemin hazırlayarak özgün bir siyasal felsefe akımı, tarihin diyalektik materyalist bir yorumuna dayanan ekonomik ve toplumsal bir dünya görüşü, kapitalizmin Marksist açıdan çözümlenmesi, bir toplumsal değişim teorisi, Karl Marx'ın ve Friedrich Engels'in çalışmalarından çıkarılan, insanın özgürleşmesiyle ilgili bir düşünce sistemi [5] olan “Marksizm” anlayışı gelişmiş ve dönemin özgürlük anlayışı yetersiz bulunarak eleştirilmiştir.
İnsan hakları bağlamında bireylerin haklarının uluslararası düzeyde güvence altına alınması gerekliliği ve bu yönde insan haklarının temelini oluşturan, ve Mustafa Kemal Atatürk’ün “İnsan hakları, insan olmanın kazandırdığı haklardır; başkası tarafından verilen bir söze yada teminata bağlı olarak ya da satın alarak elde ettiğimiz haklar değillerdir. İnsan hakları, insan olmamızın ve insan onurumuzun doğal bir sonucudur. [6] “ sözlerine ışık tutan 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve 4 Kasım 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) insan haklarının temelini oluşturur.
AİHS taraf olan devletlerde ihlal edilen insan haklarını uluslararası bir suç saymaktadır bu noktada AİHS ulusal düzeyde uygulanabilme özelliğine sahiptir. Sözleşme özellikle yaşam, adil yargılanma özel hayata ve aile hayatına saygı haklarını, ifade özgürlüğünü, ve malvarlığına saygı hakkını güvence altına alır.[7] Sözleşmeyi imzalayan devletlerin iç mevzuatına aktarılan AİHS kendisine karşı gelen ve kurallarını ihlal eden devletlere karşı bireylere AİHM’de yargı yolunu açmıştır. AİHM Fransa-Strazburg’da bulunan Avrupa Konseyi’ne bağlı olarak 1959 yılında kurulmuş uluslararası bir mahkemedir. AİHM, AİHS ve bugüne kadar kabul edilen 14 adet ek protokolle güvence alınmıştır. [8]
Mahkeme taraf devletlerin sayısı kadar yargıç bulundurur. Yargıçlar taraf devletlerin aday olarak göstereceği 3 kişilik listeden seçilir. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi tarafından seçilen yargıçların görev süresi dokuz yıllıktır ve tekrar seçilemezler. Halihazırda 47 yargıç bulunur. Bu noktada akıllara taraf devletlerin aday olarak gösterdikleri isimler neticesinde seçilen bu yargıçların gerçekten bağımsız olup olmadıkları sorusu gelebilir. Fakat yargıçlar devletleri adına seçilmiş olsalar dahi mahkemeye kendi adlarına katıldıklarından o devleti temsil etmezler ve tamamen bağımsızdırlar. Hatta yargıçlar “davadan çekilme” adı verilen bir durumla davadan, önceki karar sürecinde yer alması gerekçesiyle çekilmelidir. “Ad hoc” adı verilen yargıçlar ilgili hükümet tarafından, ulusal yargıcın dava heyetine katılımının mümkün olmadığı, davadan çekildiği ya da dava heyetine katılmaktan muaf olduğu durumlarda atanan yargıçtır.[9]
AİHS’e 1954 yılında taraf olan Türkiye Cumhuriyeti, bireysel başvuru hakkını 1987’de , zorunlu yargılama yetkisini ise 1990 yılında kabul etmiştir.[10] Bireysel başvuru için mahkeme iki çeşit ayrım yapar. İlk olarak devletin farklı bir devlete karşı yaptığı başvurulardır fakat bu başvurular sözleşmeyi imzalayan devletlere karşı açılabilir buna devletlerarası başvuru denir. İkinci olarak ve mahkemeye giden başvuruların çoğunluğunu kapsayan gerçek ve tüzel kişilerin, kişi gruplarının ve hükümet dışı örgütlerin, haklarının ihlal edildiği gerekçesi ile yaptığı başvurulardır ve mahkemeye tüm iç hukuk yollarının tüketilmesi şartı ile başvurması ve sözleşmede güvence altına alınan hakları başvurusunda öne sürmesi gerekmektedir. Aksi takdirde sözleşme ile güvence altına alınmayan hakların ihlali konusunda mahkeme incelemede bulunamaz. Bireyler iç hukuk yollarının tüketilmesinden veya uğradıkları hak ihlallerinin ortaya çıkmasından başlayarak altı ay içinde başvurabilirler. Fakat son düzenlemeler ile 01.02.2022 tarihinden itibaren geçilecek uygulama ile bu süre dört aya düşecektir.
Başvuranın bir ihlalden şikayetçi olabilmesi için mağdur statüsünde bulunması gerekir. Dolaylı, doğrudan ve potansiyel olmak üzere üçe ayrılan bu kavram sözleşmenin 34. Maddesinde “Herkesin yaşam hakkı yasayla korunur. Yasanın ölüm cezası ile cezalandırdığı bir suçtan dolayı hakkında mahkemece hükmedilen bu cezanın infaz edilmesi dışında, hiç kimsenin yaşamına kasten son verilemez. Hiç kimse işkenceye veya insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele veya cezaya tabi tutulamaz.” olarak ele alınmıştır.
AİHM’e giden dava sayıları ele alındığında bu rakamın 2019 yılında 59.800 olduğunu görüyor ve başvuruların dörtte birinin Rusya’ya ve %15’inin ise Türkiye’ye ait olduğu ve hükmettiği kararların yarısının Rusya, Türkiye ve Ukrayna olmak üzere üç ülkeye ilişkin olduğu görülmektedir. Toplam 884 karar veren AİHM’in; Rusya hakkında 198, Türkiye hakkında 113 ve Ukrayna hakkında 109 karar verdiği gözlenmektedir.[11] 2020 yılı rakamları incelendiğinde ise 62.000 başvuru ve 871 karar olduğu açıklanmıştır. Türkiye adına ihlal edilen hakkın, sözleşmenin 10. Maddesinde yer alan ifade özgürlüğü olduğu görülmektedir.
AİHM kararları taraf olan devletler için bağlayıcıdır ve bir ülkenin AİHM kararlarını tanımamak, uygulamamak gibi bir davranışta bulunması söz konusu değildir. AİHM kararlarının taraf devletler tarafından uyulup uyulmamasının denetimi Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesine aittir. Bu komite yılda dört kez olmak üzere toplanırlar ve tavsiye niteliğinde kararlar alırlar. Bu kararlar ekonomik ve siyasi alanda olabilirler. Ülkenin Konseyden çıkarılması ise en ağır yaptırımdır.
Kanımca bir ülkeden AİHM’e giden bireysel başvuruların sayısının fazlalığı o ülkede yaşayan bireylerin haklarının karşılığını iç hukukta bulamamalarına ve bireylerin birtakım haklarının ihlal edildiğine işaret etmektedir. Aynı zamanda ülkenin siyasi itibarını zedelemekte ve yargısal açıdan birtakım sorunların varlığına delil oluşturmaktadır.
DİPNOTLAR
Verimli bir yazı, ellerinize sağlık👏🏼👍🏼
Bilgilendirici bir yazı olmuş, tebrik eder devamının gelmesini dilerim. 👏🏻👏🏻
Harika bir yazı olmuş, tebrikler! 👏🏻
Çok güzel bir yazı olmuş, emeğinize sağlık. Böyle yazıların devamını bekliyoruz☺️❤️🔥