Deliliğe Mezopotamya topraklarında bakıldığında akla direkt kadim dinler gelir. Hristiyanlık, Yahudilik ve İslamiyet. Bu üç dini kendimize bir merkez olarak belirleyip konuya din eksenli bakalım. Doğuda delilik denildiğinde (doğu derken Akdeniz ülkelerini kastediyorum) 20. yüzyılın son çeyreği ile 21. yüzyıl bir tarafa bırakılırsa deliler, hürmet edilmesi gereken kişilerin başında gelir. Neden mi? Çünkü delilik kendi içerisinde mistik bir tarafı olan bir olgudur ve aynı zamanda deliler, tanrıyla arasında bir bağ olduğuna inanılan kimselerdir. Bu tespiti bir örnekle açıklarsak şayet, şöyle bir örnek ile somutlaştırabiliriz: Karşınıza bir delinin çıktığını ve hayatınız hakkında bir takım varsayımlarda bulunduğunu düşünün. Düşünürken de delinin hayatınız hakkında söylediklerinin bir kısmının gerçek olduğunu farz edin, işte o an donup kalırız. Bu veya buna benzer örnekler ya duymuşuzdur ya da işitmişizdir. İnancımız gereği gaybı (bilinmezi) sadece Allah bilir ama her nasılsa bu deliler sanki bilinmezi biliyorken tanrıyla arasında bir bağ olduğu fikri akıllara gelmektedir. Bu duruma binaen bir delinin, hayatımız hakkında bilinmeyen gerçekleri söylerken ona bu gizeminden dolayı hürmet etmemiz gerektiği sonucuna varıyoruz.
Deliliğe antik yunan döneminden bakarsak başvurulması gereken ilk kişi Platon olsa gerek. Platon deliliğin aslında tanrı tarafından verilen bir yetenek veya bir lütuf olarak görür ve deliliği 4’de ayırır: Kâhinler, falcılar, şairler ve mecnunlar.
1)Kâhinler: Gelecekle ilgili bilgiler verip ülkenin kaderine dönük önemli kararlar almada krallara yardımcı olurlar.
2)Falcı ve büyücüler: Bireyin hayatındaki küçük değişimleri tahmin ederek ona yollar tayin ederler.
3)Şairler: Açıklayamazlar ama anlamlandırırlar. Yani bizden seneler önce yaşamış bir sanatçının söz gelimi Wagner’in bir eserini dinlediğimizde bizi duygusal tarafımızı anlamlandırmamıza yardım eder ama açıklayamaz.
4)Mecnun: Mecnun, maşuka âşık olandır. Aşkında ne dediğini bilmez, yola çıkan ama yolun nereye gideceğini bilmeyendir. Ya dağları deler ya da çölleri aşar.
Bu dördünün ortak özelliği akıldan uzak olmalarıdır. Yani akıl ile kâhinin gelecek hakkındaki yorumlarını açıklayamayız çünkü aklın yokluğu hâlidir ve bu bilinmezdir. Platon'un deliliğin çeşitleri kısmını din ekseninde bakalım. Kutsal kitapları düşünün. Bu metinlerin temelinde bir düş yatar ve her şey o düşten peyda olmuştur. Mesela Hz. İbrahim’in kıssasında İbrahim peygamberin İsmail’i kurban edişi bir düş ’ün sonucuydu. Bu kıssası akıl ile açıklayamayız. Ne mi yapabiliriz?
Anlamlandırabiliriz, bizden istediği de budur zaten. O yüzden bu ve buna benzer kısaslarda salt bilinç yoktur. Ussallıkta aran(a)maz. Açıklayamayız da sadece anlamlandırabiliriz.
Şimdi ise biraz günümüze yakın bir endeksle konuşmaya devam edersek. Delilik, aklın yokluğu hali ise dehalıkta üstün aklı ifade eder, bu da bir nevi aklın yokluğudur, aslında. Mesela Einstein’ın standardın üstü bir IQ'ya sahip oluşu onu toplumdan uzak bir yerde konumlandırır. Nasıl mı? Toplumu normal insanların bir araya gelerek oluşturduğu bir bütün olarak tasavvur edersek. Einstein’ın, toplumdaki olaylara bakış açısı çok farklıdır, öncelikle onlar gibi düşünmez ve tepkisi farklıdır. Toplum tarafında doğru diye adlandırılan şey ona göre yanlış olabilir, genellikle de böyledir. Bu yüzden deliler gibi dehalarda toplumda kabul görmezler ve dışlanırlar. Delilik ve dehalık normal aklın dışındadırlar.
Metaforik olarak şöyle diyebiliriz: çemberin dışındaki siyah noktadırlar. Aklıma Michael Foucault'un deliliğe dair kitabında; Fransa’nın 17. yüzyılın son çeyreğinde binlerce kişinin (katiller, tecavüzcüler, deliler...) toplatılıp bir yerde tutulması olayı gelir. Orada bile deliler toplumdan dışlanmakla kalmamış ayrı bir yer inşa edilip oraya hapsedilmişlerdir, hatta tedavi edilmeye çalışılan bir hastalık olarak görülmüşlerdir. Neden diye sorduğunuzu farz ederek söylüyorum: Çünkü toplum kendi içinde bir düzen ve iltizamı barındırır. Ama toplum tarafından kabul görmeyenler bu düzenin aslında düzensizliğin olduğuna inanıldığı için dışlanan kesim olmuşlardır. Yani toplumun huzur ve sükûnunu bozanlardır; çemberin dışında tutulanlar.
Bunca kelamdan sonra akıl ile neyi kastettiğimiz de önemli. Buna da açıklık getirmek gerekiyor. Şöyle ki akıl, düzeni ifade eder yani ölçülülüğü, ölçülebilirliği ifade eder. Rasyoneldir gerçeklikle yüz yüzedir. Aklın neliğine kısa bir açıklama getirdikten sonra delilik aklın yokluğu hali ise delilik kavramını daha iyi bir zemine oturtabiliriz. Delilikte düzen olmaz, bekleyemeyiz de. Çünkü ussal değildir, rasyonel değildir ve bilinçte yoktur.
Yazıda deliliği övdüğüm anlamı çıkarılabilir lakin aslında deliliği anlamaya çalışıyorum. Halk nezdinde deliliğe hürmet edilmesinin altında yatan sebep toplum tarafından zorunlu olan şeylerin deliler tarafında reddedilişidir. Bu yüzden delilik bir bakıma özgürlüktür. Bu bahsettiğim hürmete Mezopotamya kültürü diyebilirim. Biz doğulular doğduğumuz toprakların ruhuyla doğarız bu yüzden aklın varlığının hâkim olduğu yerleri araştırıp öğrenirken aklın yokluğunun hâkim olduğu yerlerini de dolaşıp öğrenmeliyiz. Ve bunu kuranı kerimle, hadislerle, dini metinlere başvurmadan yapamayız. Kaldı ki Avrupa’da olsak İncil veya Tevrat derdim. Uzak doğuya gitsek Budistlerin metinleri derim. Veyahut bizdeki divanlar var, söz gelimi Mevlana’nın, Şeyh galibin mesnevisi... Buralarda düş hâkimdir, yaratılan bir eser vardır. İrrasyoneldir, rasyonel bir şekilde incelenemez. O yüzden düzenin olduğu yerlerde delilik, dehalık, velilik, sanatçı olmaz, olamaz. Rasyonelliğe aykırı bir kere; İşin aslına bakarsak, aksini iddia edersek mantık hatasına düşeriz.
-Vedat ÇOBAN
Teşekkür ederim.
Daha açık söylemek gerekirse imgelem, muhayyile, ilhan perisi, düşler ve benzeri kavramlarını kaynak olarak söyleyebiliriz.
İkinci soruda esasen merak ettiğim şey "anlamlandırmak" işini hangi kuvvetle sağladığımız. Aklın ölçülebilir, bazı alanlar için açıklayan tarafına değinmişsiniz. Aklın Anlamlandırma görevini de belirttiğiniz gibi Akıl sahası içinde vermişsiniz Bu aşan yerde anlamlandırma görevini, kaynağını ne devralıyor bunu merak ettim.
Yorumunuz için teşekkür ederim.
1) Bilinç, insanın kendisini ve kendisi dışındaki olup biteni algılama yetisi olup yazıda bilinci bu tanımdan hareketle ölçülebilir olduğunu açıkladım.
2) Anlamlandırma, var olan veya olmayan bir şeyi belli bir düzeyde anlam edinilmesini sağlama uğraşı olup sözgelimi İsmet Özel'in "sevgilime bir kefen" şiirini okuyan biri şiirdeki sözlerin kendisinde çağrıştırdığı duygulardan hareketle anlam vermeye çalışır, açıklamaya çalışmaz.
3) Nasıl ki aklın varlığına hakim olan yerleri araştırırken bilimsel kitaplara başvuruyoruz. Aklın yokluğuna hakim olan yerler içinde dileyen efsanelere dileyen mitlere, mitolojiye, masallara dileyen beşeri, ilahi kitaplara başvurabilir.
4) Yazıda deliliğe övgü anlamı çıkarılmamasını açık bir şekilde dile getirdim. Olmasını arzu ettiğim şey; aklın varlığı ve yokluğu yerlerinin araştırılması.
Düzen kelimesinden bir rahatsızlık sezdim yazınızda. Mesele delilik ya da dahilik değil sanki buymuş gibi. Bir de 'bilinç' kelimsesini ne anlamda kullandınız ? Anlamlandırabilmek olayını hangi kuvvete bağladınız ? Delilik kavramını kültürlere ve coğrafyaya, özellikle Mezopotamya bölgesiyle belirtmeniz bu konuya bu açıdan bakmadığım bir şeydi, teşekkür ederim. Yalnız coğrafyala insanı anlatırken insanı coğrafyaya sıkıştırmışsınız. Ben bu düşsel anlam ihtiyaçlarımı bırakın Tevrat'tan yapayım ya da Avrupa'daki Kuran'dan, Mesneviden yapsın. Bazı zamanlar Mahayana Sutra'yı inceleyim, onu "anlamlandırayım. Bu da ufak bir eleştiriydi. Aklın olmadığı yerlere başvurmak için Mitolojilere, efsanelere, masallara, kahinlere, falcılara, büyücelere baksam, önerdiğiniz kaynaklara ihtiyaç duymazdım sanırım. Bunları (Kuran, hadis, dini metinler)" Akıl yokluğunun hakim olduğu yerler" başlığı altında toplayıp, gerekli kılmanızda bu açıdan doğru değil zannımca. Ayrıca deliliğe gizeminden…